11 Haziran 2011 Cumartesi

Gözler Aşkın Yaşadığı Ülkeye Giden Kapıdır



Ünlü film yıldızı Audrey Hepburn'e güzelliğinin sırrını sormuşlar,
sinema oyunculuğunun yanısıra iyilikseverliği ile de tanınan Hepburn
bu soruya karşılık aşağıdaki tarifi vermiş.
Bayıldım, bayıldım, mutlaka okuyun.

Çekici dudaklara sahip olmak istiyorsanız,
dudağınıza tatlı sözden başkasını dokundurmayın.

Güzel gözleriniz olsun istiyorsanız,
güzel insanlarla göz göze gelin,
gerçek dostlar edinip sık görüşün.

İdeal beden ölçülerine sahip olmak
ve hep zayıf kalmak istiyorsanız,
yemeğinizi yoksullarla ve açlarla paylaşın.

Alımlı saçlara sahip olmak istiyorsanız,
çocuğunuzun günde en az bir kere onu okşamasına izin verin.

Dikkat çekici pozlar vermek istiyorsanız,
yanınıza bilgelik ve tevazuyu alarak yürüyün,
asla cahilce ve gururla yürümeyin.

İnsanların da tıpkı elimizin altındaki eşyalar gibi,
hatta onlardan çok daha fazla onarılmaya, yenilenmeye,
bakım görmeye, gözden geçirilmeye ihtiyaçları vardır.

Hiçbir insanı eskisi, bozuldu işe yaramıyor diye
elinizden çıkarma hakkınız yoktur.

Hatırlayın, bir yardım eline ihtiyaç duyarsınız,
kendi omuzunuzdan kolunuza doğru göz gezdirin,
dirseğinize ve bileğinize varın,
işte orada bir yardım eli bulacaksınız.

Yaşlandıkça, iki elinizin olduğunu, birinin kendinize,
diğerinin de başkalarına yardım etmek üzere
yanınızda hazır beklediğini fark edeceksiniz.

Bir kadının güzelliği giydiği elbisede, beden ölçülerinde
ya da saçını tarayış biçiminde değildir.

Bir kadının güzelliği gözlerinden okunmalı,
çünkü gözler kalbe, yani aşkın yaşadığı ülkeye giden kapıdır.
Bir kadının güzelliği yüzündeki benlerden değil,
içinde sakladığı ruhundan okunur.''
Audrey Hepburn

10 Haziran 2011 Cuma

GÜNÜN SÖZleri



Insanları yükselten iki büyük vasıf vardır; erkeğin mert, kadının namuslu olması...
Napolyon

Adam olmak cinsiyet meselesi değil, şahsiyet meselesidir.
C. Palahniuk

9 Haziran 2011 Perşembe

DALLARI BASTI KİRAZ



Çiçeğe durmuş kiraz ağaçlarını izlemeyi oldum olası çok sevmişimdir.
Yaz mevsiminin en vazgeçemediğim meyveleri de kiraz ve karpuzdur zaten.

Bizim bir tane kiraz ağacımız vardı. Yeğenlerim Emirhan’ım ve Ecrin’im doğduğunda babam onlar için de birer tane kiraz ağacı dikmişti. Bu üç ağacımız çiçeklendikleri zaman arka bahçemizi öyle güzelleştiriyorlar ki, doğa canlandı yaz gelmek üzere artık diyorum.

Aralık ayında doğmuş bir kış çocuğu olduğum halde pek hoşlanmam kış aylarından.

Ayy hava çok soğuk üşütücem yine,
Ayy şemsiyemi evde unutmuşum sırılsıklam olucam,
Yok lahana gibi üst üste giyinmek istemiyorum yaz gelsin artık,
Yok kışın ince çoraba verdiğim parayla hafta sonu iki günlük tatil yapılır,
Ayy cemreler ne zaman düşecek,
Yok Mart kapıdan baktıracak mı, ceee yapıp gidecek mi,
Neyse bari yağmur yağsında barajlarımız dolsun,
yaz saati uygulamasına ne zaman geçiyorduk...derken,
ne zaman ki kiraz ağaçları çiçek açar, tamam derim yaz geliyor artık.
Gerçi bir çoğunuzun da bildiği gibi bu bahar cemreler bana düştü :)
Ben bu yıl kirazlardan önce çiçek açtığım için zaten bana aylardır yaz çok şükür :)

Ecrin ve Emirhan’ın kiraz ağaçları neredeyse kendi boylarında ve biraz daha geç kararan cinsden. Fotoğrafda gördüğünüz kirazlar ise bizim ilk ağacımızdan. İnsanın canı isteyince bahçeye çıkıp, bir avuç bile olsa kirazını dalından toplaması öyle güzelki.

Şimdi bir yandan bu yazıyı yazarken bir yandan da kirazlarımı atıştırıyorum.
Keşke buradan size de uzatebilme imkanım olsaydı.

Kirazı uzatamıyorsam yazıyı da uzatmayayım en iyisi değil mi.

Herkese içten sevgilerimle,
Güngör Ekinci

GÜZEL İNSAN BÖYLE OLMALI



Asalet Boyda değil , Soyda olmalı. !

İncelik Belde değil , Dilde Olmalı.!

Doğruluk Sözde değil , Özde Olmalı.!

Güzellik Yüzde değil , Yürekte Olmalı.

MİZAH / KOCANIZ ALDATIRSA



Uluslararasi ölçekte bir kadın arastırması yapan sosyolog,
dünyanın çesitli ülkelerinde kadınlara bir soru somus.

Kocanızı baska bir kadınla yakalarsanız ne yaparsını?

Soruya ülkelere göre verilen yanıtlar ise şöyle olmus:
Isveçli : Neyimi begenmediğini sorarim.
Rus : Evi terk ederim.
Fransız : Sesimi çıkarmam, sevgilime gider beni teselli etmesini isterim.
Italyan : Kadını vururum.
Ispanyol: Kocamı vururum.
Yunanlı : Her ikisini de vururum.

Türk : Benim kocam yapmaz!

8 Haziran 2011 Çarşamba

Peki ya siz olsanız ne yapardınız? Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?



Aşağıda yayınlamış olduğum hikayede kendimi buldum sanki…
İnternette dolaşan bir çok yazıdan etkilenip, gözlerimin dolduğu çok olur. Ama bazı yazılar var ki yüreğimin derinliklerine kadar dokunur, burnumu sızlatır. O zaman gözlerim dolmakla kalmaz, boşalıverir farkında olmadan.
Hikayede adı geçen Selim beyle benzer şeyler yaşamış biri olarak, bu hikaye de öyle oldu benim için. Yazıyı ben okudum, yüreğim dinledi. Sonra ikimiz birden ağladık...

5 Nisan 1994 de açılan ekonomi paketi sayesinde yaşanan devalüasyon yüzünden,
Bizde “Bir müddet zeytin yedik”,..
Bizde “Bir müddet sabrettik” ...
Bizde “Bir müddet yürüdük”...sonra alıştık...
Hikayede geçen “Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir” sözüne sonuna kadar katılıyorum, hakikaten öyleymiş...
Nazif Bey borçlarını ödeyince çorap almış. Bizde (kardeşlerimle) annemle babamın bizden habersiz sattıkları alyanslarını almıştık.

Ödenemeyecek borç, aşılamayacak sıkıntı yokmuş ve gecenin en karanlık saatlerinde güneş her sabah doğmaya başlarmış onu öğrendim. Kısacası sabrın sonu selamet ve Allah çok büyük dostlar...
Hikayeyi okudukdan sonra söyleyin bakalım siz olsanız ne yapardınız?
Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?
Sevgilerimle,
Güngör Ekinci



Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.
'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,
hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.

Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.

Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim
bir yakını var mı acaba?' diye sordu.

'Evet var, oğlu Selim Bey....'.
Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,

'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim”
' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.

'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.

Daha sonra, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.

Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,

'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.

'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.

'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'

Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:

'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.

'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.

Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı

'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.

Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak

'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.

'Emanet mi?' dedi.

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine

'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.

Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,

'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda
hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'
Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,

'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.




O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 'Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:

'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi

Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.

Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.

Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:

'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.

'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker
verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.

Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.

Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.

Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.

'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.

Selim Bey kendisine has tebessümü ile:

'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.

'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.



Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu
borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.

Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.

Peki ya siz olsanız ne yapardınız?
Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?

6 Haziran 2011 Pazartesi

GÜNÜN SÖZÜ


Nice güzellikler gördüm yeryüzünde
En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak...

Ümit Yaşar Oğuzcan

Eşinize Veya Sevgilinize Verdiğiniz Değer, Ona Kazandırdığınız Değerdir



Yazar kitabında şu öyküyü anlatır...

"Yıllar önce Hawai'de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.

Ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya bile razıdır.

Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!..

O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.

Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün, ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir. Gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir.

Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler."

Yazar işin püf noktasını şöyle özetler;
"Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi."

Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir.
Aslında "doğru adam", "doğru kadını" inşa eder, "doğru kadın" da "doğru adamı"...

Hayat Çay ise İnsan Şeker

5 Haziran 2011 Pazar

MIYMINTILIK BAŞKA ŞEY KİBARLIK BAŞKA



Şöyle bir bakıyorum da etrafa, ortalık kibarlıkla mıymıntığı karıştıran kız müsvetteleri ile dolu. Öyle komik geliyorlar ki bana, bu yavrucuklara özel bir yazı yazmadan geçemedim.

BUNLARI NASIL TANIR SINIZ?

En belirgin özellikleri hep karınları ağrıyor gibi bir halleri vardır.

Yüzleri hasta gibi solgundur.

Sıfır bedene yakın zayıftır bunlar.

Hani tanımadan yanlarına otursanız, hastamı sınız geçmiş olsun dersiniz yani.

Kibar konuştıklarını düşünerek çok yavaş hatta ağızlarının içinde mıy mıy mıy konuşurlar. Hatta konuşmazlarda adeta inlerler.

Çayı masanın üzerinden ağızlarına götürene kadar tuttukları bardakdan parmakları yanar.

On kişilik sofrayı kurarken kaşığı, çatalı, bıçağı, aynı anda dizemez bu zavallılar. Her birini teker teker dizerek dönerler masanın etrafında. Valla şaka yapmıyorum, gördüm inanın. Eline vurup “ ya çekil kenara git oyuncaklarınla oyna” dememek için kendimi zor tuttum valla.

Ne cenaze sahibine teselli vermeyi bilir bunlar, ne düğün sahibine göz aydını.

He bide bu uyuzlar kendilerini bi halt zannederler ya, utanmadan kimseyi de beğenmezler. Ayy seni kim beğensin be Allahın olmamışı.

Bizim oralarda bi söz vardır ; Nerde bir güzel varsa o da bir nursuzundur derler. İşte bu hastalıklı nursuzların da kaliteli denebilecek, bunlara uykulu yada sarhoş zamanlarında evet dediklerini düşündüğüm eş yada sevgilileri vardır birde.

Bunların evinde her öğün kahvaltıdan yada hazır çorbadan başka yemek pişmez, onun için genelde anne de yerler. Hasbel beşer bide çocukları oldu ise o yavrucuğa da anneanne yada babaanne bakar zaten. Bu işin kılıfınıda hazırlamışlardır zaten, aaa mıymıntı anne hem kariyer yapıyo, hem evle uğraşıyo, e bide çocuk var, hangi birine yetişsin ayoooolll.

Çok komikler ya valla çok komik ve zavallılar. Bakıma muhtaçlar benim gözümde onun için daha fazla üzerlerine gitmiycem.

Tabiî ki bu insan türünün içinde erkek olanları da olup, mıymıntı erkek kibar erkek değil aciz, zavallı erkekdir benim gözümde ki onlara hiiiiç tahammülüm yok.

Uzun lafın kısası mıymıntılık başka şey kibarlık başka şey arkadaşlar armutla elmayı karıştırmayalım lütfen.

Sevgilerimle,Güngör Ekinci

GÜNÜN SÖZÜ




Sevmek İçin ' YÜREK '
Sürdürmek İçin ' EMEK '
Gerekir...

ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMUYOR :-)



Büyük Tufan'dan sonra Nuh ve adamları yeni bitkileri dikiyormuş.
Sıra "asma"nın dikimine gelmiş...

Demiş ki Nuh:
"Yarım metre derinliğinde bir çukur kazın ve asma tohumunu içine koyun.
Üzerine iki kürek toprak attıktan sonra bir kuş kesip kanını akıtın.
Üzerine dört kürek toprak daha. Sonra bir aslan kesin, kanını akıtın.
Üzerine dört kürek toprak daha. Arkasından bir eşek kesip onun da kanını akıtın. Sonra çukuru örtün..."

Çevredekiler bir anlam veremedikleri bu "merasim"in nedenini sormuşlar Nuh'a...

Nuh'da şöyle açıklamış:
"Bakın, bu ağacın meyvesiyle soyumuz ilerde içki yapacak.
İçkiyi içenler ilk başta kuş gibi cıvıldaşacaklar.
İçmeye devam edenler aslan gibi kükreyecekler.
Durmayı bilmeyenlerse eşekleşecek..."